Taşkınbilgist: ZAMANIN GÖRKEMLİ TANIĞI: AYASOFYA

21 Temmuz 2020 Salı

ZAMANIN GÖRKEMLİ TANIĞI: AYASOFYA



Dünya kültür mirasının en önemli mimari yapılarından biri, Ayasofya. Eski Yunanca’da Kutsal Bilgelik anlamına geliyor. Dünya çapında bir üne sahip olan Ayasofya, 916 yıl kilise, 482 yıl cami ve 85 yıl boyunca da müze olarak hizmet verdi. Peki Ayasofya’yı bu kadar farklı yapan ne? Gelin bu sorunun cevabını Ayasofya’nın mücadele dolu tarihinde arayalım… 

Yazıyı youtube kanalımda izlemek için bağlantıyı kullanabilirsiniz.



Ayasofya, aynı yere üçüncü kez inşa edilmiş bir tapınak. Bu yüzden de üçüncü Ayasofya olarak da anılır. Peki, ilk iki yapıya ne oldu? Birinci Ayasofya’nın yapımı, Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilan eden Büyük Konstantin tarafından başlatılır. Uzun süren yapım aşamasından sonra, Konstantin’in oğlu II. Konstantin tarafından Şubat 360 tarihinde açılır. Bu ilk Ayasofya’nın adı Latince Büyük Kilise anlamına gelen Megale Ekklesia’dır. Bu yapı, geleneksel Latin mimari stilinde sütunlu bir bazilika şeklinde yapılır, çatısı ahşaptandır ve önünde bir avlusu vardır. Bu birinci Ayasofya, İmparator Arkadius zamanında, 404 yılında çıkan bir isyanda yanar ve kullanılamaz hale gelir. 

Arkadius’tan sonra tahta çıkan 2. Teodosius, yıkılan bu kilisenin yerine yeni bir kilise yaptırılması emrini verir. Böylece ikinci Ayasofya’nın yapımına, Ekim 415’te bizzat imparator II. Teodosius emriyle başlanır. Mimar Rufinos tarafından inşa edilen yapı, yine bazilika planlı ve ahşap çatılıdır. 13 – 14 Ocak 532 tarihlerinde İmparator Justinianus zamanında şehir halkı, huzursuzluk dolayısıyla büyük bir isyana başlar. Tarihte Nika Ayaklanması olarak geçen bu ayaklanma, neredeyse tüm şehrin büyük hasar görmesine neden olur. Bu isyan sırasında ikinci Ayasofya yıkılarak kullanılamaz hale gelmiştir. 1935 yılında yapılan arkeolojik kazılar, ikinci Ayasofya’ya ait bir çok kalıntı ortaya çıkardı. Bu kalıntılar, bugün Ayasofya girişindeki bahçede sergileniyor. Bulunan bu parçalar içerisinde en ilgi çekeni ise on iki adet koyundur. İsa peygamberin iyi bir çoban olarak anılması sebebiyle bu koyunlar onun on iki havarisine işaret ettiği şeklinde yorumlanıyor. 

İkinci Ayasofya’nın 532 yılında yaşanan Nika İsyanıyla yıkılmasından sonra, dönemin Bizans imparatoru I. Justinianus, eskilerinden oldukça farklı, daha büyük ve görkemli bir kilise inşa ettirmeye karar verir. Bu nedenle Justinianus, dönemin en önemli iki mimarını huzuruna çağırır ve planından bahseder. Bu mimarlar Trallesli (Aydınlı) Antemius ve Miletli İsidoros’tur. 23 Aralık 532 tarihinde başlanan üçüncü Ayasofya’nın yapımında, yaklaşık 100 ustabaşı ve 10 000 usta çalışır. Bu görkemli yapı, o dönemin şartlarına göre olağanüstü bir hızla, 5 yılda tamamlanarak 27 Aralık 537 tarihinde bizzat imparator I. Justinianus tarafından açılır. Ayasofya, o zamana kadar yapılmış en büyük tapınak olarak kabul edilen Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’ndan daha görkemli yapılmıştır. Buna dayanarak Ayasofya’nın açılış töreninde Justinianus’ün, “Ey Süleyman, Seni yendim” dediği anlatılır. 

Ayasofya mimari özellikleriyle de dönemine göre oldukça dikkat çekici bir yapıdır. Şimdi bu özelliklerine değinelim. 

Önce kısaca yapı malzemesinden bahsedelim. Ayasofya’nın yapımında kullanılacak malzemeleri üretmek yerine imparatorluk topraklarındaki eski yapı ve tapınakların hazır malzemesinden yararlanılmıştır. Bu yöntem sayesinde bu kadar kısa sürede bitirilebilmiştir. Yapının inşasında, Efes’teki Artemis Tapınağından, Kapıdağ Yarımadasındaki Belkız Tapınağından, Mısırdaki Güneş Tapınağından ve diğer birçok tarihi yapıdan getirilen doğal taş malzemeler kullanılmıştır. Payelerde ve beden duvarlarında, düzenli sıralar halinde örülmüş kesme doğal taş, tuğla ve harç kullanılmıştır. Şimdi diğer mimari özelliklerine bakalım. 


Ayasofya, her şeyden önce boyutu ve mimari yapısıyla önem taşır. Yapıldığı dönemin dünyasında hiçbir bazilika planlı yapı Ayasofya'nın kubbesinin boyutundaki bir kubbe ile örtülebilmiş ve böylesine büyük bir iç mekâna sahip değildi. Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık ve sofistike sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak kubbeyi daha etkileyici kılmaktadır. Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında, sadece dört payeye oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe, mimarlık tarihinde gerek teknik, gerekse estetik bakımdan bir devrim sayılmaktadır. 



Yapının ağırlığını, 40’ı aşağıda, 67’si üst katta olan 107 sütun taşımaktadır. Ana kubbe dıştan 55.60 m, içten ise 30.8 -32.6 m yüksekliğindedir. İç mekan karmaşık bir yapıya sahiptir. 100 metreye 70 metre ölçülerindeki binanın 74.67 metreye 69.80 metre ölçülerindeki ana salonunun ortasında ağırlığı dört ayak üzerine oturtulmuş ana kubbe vardır. 


Yaklaşık 7.500bm2’lik bir alanda konumlanan Ayasofya iki katlı bir yapı olup mimari planı; orta nef denilen büyük bir orta mekân, kuzey ve güneyde yer alan iki yan nef, doğu ucunda yer alan apsis (mihrabın bulunduğu yer) ve batı kısmında kapıların yer aldığı iç ve dış narteks’lerden meydana gelmektedir. 


Ana kapıdan girilen ilk galeri dış narteks olarak adlandırılır. Buradan da iç narteks denilen ikinci galeriye 5 kapı açılır. Bu iç narteks’de tavan mozaiklerle kaplıdır. İç narteks’ten ana nefe 9 kapı açılır. Ana mekana açılan ortadaki esas kapıya, yalnızca imparator tarafından kullanıldığından imparator kapısı adı verilmiştir. Bu kapının üst kısmındaki duvarda 9. yüzyıldan kalma bir mozaik bulunur. Bu mozaikte ortada İsa, sağ madalyonda Cebrail, sol madalyonda Meryem görülür. Sol alt kısımda görülen sakallı kişi Bizans imparatorlarından VI. Leon’dur. Ortodoksluk geleneğinde en fazla üç kez evlenilebilmesine karşın erkek çocuğunun olabilmesi için dört kez evlenmiştir. Bu yüzden İsa’dan özür diler vaziyette, secde eder şekilde tasvir edilmiştir. İsa’nın elindeki Kitab-ı Mukaddes’te İsa’nın Yuhanna İncili’ndeki bir sözü yazılıdır: "Size selamet olsun! Ben evrenin nuruyum." 


Ayasofyanın ana mekanı paye ve sütunlarla üç nefe ayrılmıştır. Bunlar orta nef, güney nef ve kuzey neftir. 

Kubbeden payelere geçişi sağlayan dört pandantif üzerinde Hristiyan melekler hiyarşisindeki bir melek sınıfını tasvir eden freskler bulunmaktadır. Bu altı kanada sahip meleklerin Kerubi melekleri mi, yoksa Seraphin melekleri mi oldukları konusu kesinlik kazanmamıştır. 


Kuzey nefinin batı ucunda ise beyaz mermerden yapılma kare biçimli sütun hemen dikkati çeker. Terleyen sütun olarak da adlandırılan ve hakkında sayısız efsane bulunan dilek dileme deliği bulunur. Dilek dilemek isteyenler elinin başparmağını sütundaki deliğe sokup elleriyle bir daire çizerler. 



İç Narteks’in güney ucundaki çıkış kapısının üstünde ortada kucağında İsa ile Meryem Ana, solda 3. Ayasofya’yı yaptıran ve elinde Ayasofya maketi tutan Justinianus ve sağda Konstantinopolis’in kurucusu ve elinde Konstantinapolis maketi tutan Büyük Konstantin vardır. Mozaiğin altındaki çıkış kapısı, MÖ II. yyla ait olan Tarsus’daki bir tapınaktan getirilmiştir. 


Ayasofya’nın üst katına çıkmak için irili ufaklı Arnavut kaldırımı tarzında döşenmiş bir rampadan çıkılır. Sarmal şekilde olan bu rampa 7 halka yaparak üst kata ulaşır. 

Üst kat da alt kat gibi oldukça değerli mozaiklerle kaplıdır. Üst katın güney nefinde “İmparatoriçe locası” bulunur. İmparatoriçe, devlet törenlerini izlemek için Ayasofya’ya geldiğinde üst kata çıkar ve kendisi için oluşturulmuş alana kurulan tahtan töreni izlerdi. 



İmparatoriçe locasının az ilerisinde üzerindeki anahtar kabartmalarından dolayı “Cennet ve Cehennem Kapısı” olarak adlandırılan geçiş sütunları var. Buradaki bloklarda yaşam ağacı ve balık gibi semboller içeren küçük kabartmalar vardır. 


Buradan geçildiğinde sağ taraftaki duvarda 1261 yılında yapıldığı düşünülen “Deisis” mozaiği bulunur. Altı yok olmuş olan mozaikte ortada İsa, sağda vaftizci Yahya, solda ise Meryem görülür. Bu sahne İsa’nın Kıyamet günü insanlık için Tanrı’dan niyaz dilemesini betimler. 


Güney üst nefinin doğu ucunda da 1122’de yapılmış olan ortada çocuğuyla Meryem Ana, solda elinde bir para kesesi tutan İmparator II. Ioannes (Johannes) Komnenos, sağda ise eşi İren vardır. Üst katta bunlar dışında da birçok mozaik bulunur. 



Ayasofya açılışının yapıldığı 537 yılından günümüze kadar onlarca restorasyon geçirmiştir. Yapımı üzerinden çok zaman geçmeden gerçekleşen 553 ve 557 yıllarında yaşanan depremler, ana kubbe ve doğu kubbede çatlamalara neden olmuştur. 558 yılındaki depremde ise ana kubbe daha fazla dayanamayarak doğu tarafı çökmüştür. Restorasyon görevi yapının mimarı İsidorus’un yeğenine verilmiştir. Genç İsadorus, kubbenin tekrar çökmemesi için eskisine göre 6. 25 m kubbeyi yükseltmiş ve konveks biçiminde yapmıştır. 

Bu tamirattan uzun bir süre sonra Ayasofya yeniden felaketlerin esiri olmuştur. 859 yılında geçirdiği bir yangın sonrası kubbesinin yarısı düşmüştür, 869 yılındaki deprem sırasında da kubbe kemeri ve 989 yılında da kubbenin bir parçası yıkılmıştır. Son depremden sonra imparator Basil, Ermeni mimar Trdat’a Ayasofya’yı tamir ettirmiştir. 

1028 – 1034 yılları arasında İmparator 3. Romanos zamanında Ayasofya’nın iç süslemeleri tamamlanmıştır. Ancak 1204 yılında gerçekleşen Latin İstilası sırasında Ayasofya resmen yağmalanmış ve içindeki birçok kıymetli eser Avrupa’daki klişelere taşınmıştır. Latin istilası sona erdikten sonra Ayasofya, Ortodoks adetlerine göre yeniden düzenlenir. 1317 yılında kuzey ve güney kısımlarına istinat duvarları eklenir. 1346 depreminde yapının ana kubbesinin üçte biri çöker. Bunun ardından Ayasofya ibadete kapatılarak 8 yıllık bir yapım çalışması başlar. 

1453 yılında Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldığında Ayasofya’nın harap durumda olduğu belirtilir. Fatih’in emriyle derhal gerekli bakım ve onarımlar yapılır ve ismi de korunarak camiye dönüştürülür. İçine mermerden minber, hünkar mahfiline açılan galeri, müezzin mahfili, vaaz kürsüsü eklenir. Ayasofya’ya ilk minare de Fatih zamanında eklenir. II. Beyazıt döneminde bir minare daha eklenir. 

Kanuni döneminde Budapeşte’deki bir kiliseden getirilen iki şamdan, mihrabın iki yanına yerleştirilmiştir. 

Ayasofya, cami olduktan sonra da birçok tadilat geçirir. II. Selim zamanında Ayasofya dayanıksızlık belirtileri gösterince dönemin ünlü mimarı Mimar Sinan’a görev verilir. Mimar Sinan yapının dışına payanda görevi de görecek iki minare ekler. Mimar Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan payelerle yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerlerle tutturarak kubbeyi sağlamlaştırır. 

III. Murad döneminde, Bergama’da bulunan ve Helenistik döneme ait olduğu belirlenen iki adet küp ana salona yerleştirilir. 1739 yılında I. Mahmut döneminde yapılan restorasyon sırasında Ayasofya içine bir kütüphane eklenir, yapının dışına ise bir medrese, bir imarethane ve şadırvan eklenir. Bu şekilde artık Ayasofya bir külliye olmuştur. Zaman içinde etrafına padişahların ve şehzadelerin türbeleri de eklenir. 

Osmanlı dönemindeki en önemli restorasyon çalışmalarından biri de, Sultan Abdülmecit zamanında yapılmıştır. Abdülmecit, İtalyan asıllı İsviçreli mimar Gaspare Fossati ve kardeşi Giuseppe Fossati’yi Ayasofya’nın restorasyonunda görevlendirir. 1847 – 1849 yılları arasında Fossati kardeşler, kubbe, tonoz ve sütunları sağlamlaştırarak Ayasofya’nın iç ve dış dekorasyonunu yeniden elden geçirmişlerdir. 

Cumhuriyet döneminde ise 1931 yılında Amerikan Bizans Araştırmaları Enstitüsü Başkanı arkeolog Thomas Whittemore, hükümetten izin alarak arkeolog Macit Bey’le Ayasofya’da araştırmalar yapar. Sıvaların altında kalmış olan freskler açığa çıkarılır. Bundan sonra Ayasofya’nın kaderi değişir. Önce Yunus Nadi, gazete yazısında Ayasofya’nın insanlık için öneminden bahseder. Atatürk, dönemin milli eğitim bakanı Abidin Özmen’den bir komisyon kurulmasını ve konunun araştırılmasını ister. Abidin Özmen, 9 kişilik bir komisyon kurar ve bu komisyon Ayasofya’nın müze olması gerektiğine dair bir görüş bildirir. Bunun üzerine 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya’nın müze olmasına karar verilir. 1 Şubat 1935’te ziyarete açılan müzeyi Atatürk 6 Şubat 1935 tarihinde ziyaret etmiştir. Yüzyıllar sonra mermer zemindeki halıların kaldırılmasıyla zemin döşemesi ve insan figürlü mozaikleri örten sıvanın kaldırılmasıyla da muhteşem mozaikler tekrar gün ışığına çıkarılmıştır. Bundan sonra Ayasofya, bir kültür mirası olarak yerli ve yabancı araştırmacılara ve vatandaşlara açılmıştır. Müze olmasının ardından bahçesinde yapılan kazılarda önceki 2. Ayasofya’nın kalıntıları da gün yüzüne çıkarılır. Ayasofya insanlığa mal olmuş kültürel bir miras olduğu için 1985 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesine alınmıştır. 

10 Temmuz 2020 tarihinde Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını "Ayasofya'nın vakıf senedindeki cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığını" belirterek iptal etti. Bunun üzerine 2729 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Ayasofya, Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilerek tekrar cami statüsüne dönmüş oldu. 

Ayasofya inşa edildiğinde, piramitler dışında dünya üzerindeki en büyük binaydı ve yaklaşık 1000 yıl boyunca da öyle kaldı. Kubbesi 1000 yıl boyunca en geniş ve yüksek kubbe olarak kabul edildi. Ayasofya yapıldığı 4.yydan günümüze kadar yaklaşık 1500 yıldır ayakta olan geçirdiği değişimlerin izlerini üstünde taşıyan abidevi bir sanat eseri…. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de İstanbul’un en önemli simgesel yapılarından biri olmaya devam ediyor….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder